Bu kadın çantaları ya da Adana deyişi ile avrat çantaları benim ruhumda derin izler bırakmıştır her zaman!
Ben fiyakalı kadın (avrat) çantasıyla ilk olarak Adana’da sıcak bir ağustos akşamında tanıştım…
Adanalı ya da Güneyli olanlar bilir, sıcak yaz akşamlarında kapı önlerine serilen çulların (kilimlerin) üzerinde oturan mahallenin kadınları bir yandan çay içerler, bir yandan da günlük dedikodularını yaparlar. Ve ben genelde bu tür etkinlikleri kaçırmazdım, çünkü o mis gibi portakal reçelli kekler, karpuzlu yalancı pastalara haşır neşir olurdum…
İşte böyle bir akşamda kapı komşumuz, mahallenin en hızlı dedikoducusu, Korel’inin karısı Ayla ablanın evinin önünde oturmaktaydık, ben yine her zamanki gibi keklere ve pastalara şefkat göstermekle meşguldüm ki; Ayla ablanın “Bak hele şu zilliye yine takmış, takıştırmış geliyor” demesiyle tüm kadınlar başlarını çıkmaz bir sokak olan sokağımızın girişine çevirdiler.
Sokağın başından gelen zilli (!) topal tablacı (seyyar satıcı) Hüsam amcanın karısı sosyete Jülide ablaydı…
Nedense mahallenin kadınları Jülide ablayı pek sevmezlerdi (annem ve Ayşe abla hariç). Çünkü Jülide abla ne zaman buradan geçse, kadınlar sessiz ama kendilerinden emin bir şekilde
Kısır kaltak,
Yollu,
Pavyon gülü,
Gece kuşu,
Irz düşmanı,
Münafık…
Gibi kelimelerin bolca kullanıldığı sohbetlere başlarlardı, bense bu kelimelerin anlamlarını bilmiyordum fakat, kadınların yüz ifadelerinden anladığım kadarıyla bu Jülide abla iyi bir kadın değildi.
Çünkü o mahallenin diğer kadınlarının aksine kısa etekler giyer, yüzünü gözünü boyar, başörtüsü takmaz hatta saçlarını ha bire sarıya boyardı.
Jülide abla bize yaklaşınca her zaman olduğu gibi kadınların fısıltıları kesilirdi. Ama o gün Jülide ablada bir değişiklik vardı, çünkü daha önce hiç görmediğim parlaklıkta kırmızı renkte, küçük bir el çantası vardı kolunda…
Birdenbire Ayla abla son nefesini vermekte olan biri gibi boğuk bir sesle “Ay şuna bak ayol! Oruspu çantası gibi bir çantayı koluna takmış geliyor, yok anam yok yakında başımıza taş yağacak” dedi. Annem ve Ayşe abla “bırakın şu elin eksik eteğiyle uğraşmayın…” gibi bir şeyler diyecek oldular fakat, mahallenin kadınları oralı bile olmadılar, çünkü hepsi Jülide ablaya doğru tiksintiyle bakmakla meşgullerdi.
Jülide abla ise her zamanki gibi gülümseyerek iyi akşamlar dedi… Ve işte ne olduysa o an oldu, ben birdenbire yerimden fırladım Jülide ablanın önüne dikildim ve bağırarak “Hem bu oruspu çantasıyla mahalleye geliyorsun, hem de iyi akşamlar diyorsun…” diye ahkâm kesmeye başlamıştım ki Jülide abla bir kahkaha patlattı ve gülerek “söyle bakalım Demoş* efendi bu çanta neden oruspu çantası?” dedi ben bu hiç beklemediğim soru karşısında afallamış bir halde iken, annemin o müthiş birinci tokatlıyla kendime gelir gibi oldum ve birincisinden daha şiddetli olan ikinci tokatla kendime gelmemle gözümün önünde uçuşmakta olan yıldızlara aldırmaksızın salya sümük ağlayarak koşmam bir oldu. Ve annemin arkamdan bağırmalarına aldırmayarak tabana kuvvet koşmaya devam ettim…
O akşam korkudan eve gitmedim, iki sokak ilerdeki amcamlara gittim…
Bu olaydan sonra nerdeyse 20. yaşıma kadar parlak kırmızı el çantalı kadınlara hiçbir zaman sempati duymadım…
Yıllar sonra tesadüfen Stuttgart’ta sokakta karşılaştığım Jülide abla ile sohbetimiz sırasında itiraf etti. O gün karşısına dikildiğim zaman bana çok kızmış hatta tekme tokat girişmeyi düşünmüş, fakat çocuk olduğum için eli varmamış, o pavyonda doğmuş, çünkü annesi pavyonda çalışıyormuş kendisinde anne mesleğini bıraktıktan sonra evlenip Stuttgart’ta yerleşmiş ve hala o kırmızı rugan çanta duruyormuş…

***

Hayatımda kadın çantasıyla ilgili yaşadığım önemli ikinci bir olaysa, bundan 7-8 yıl önce İstanbul’da başıma geldi…
Zannedersem aylardan Ağustos’tu ve ben hayatımda ilk defa geldiğim bu İstanbul’da yine hayatımda ikinci defa Sirkeci’den- Kadıköy’e vapurla geçiyordum, aslında ilk vapura binişimden bir şey anlamadım, çünkü vapur karşıya geçene kadar ben küpeştelerden (parmaklıklardan) denize sarkar bir vaziyette sabah kahvaltımın komple denize çıkarmakla meşgul olduğum için bu benim vapura ilk binişim sayılırdı.
Ama bu sefer tedbiri elden bırakmayarak kalkış saatinden yarım saat önce bulantı hapı almış bir şekilde bindim, kapalı olan alanların hem sıcak olması hem de korkunç ayak kokuları yüzünden vapurun güvertesinde oturmayı tercih etmiştim. Ama bir ara iki metre ötemde bir sigara parasına 40 çeşit Çin malı yüksek (!) teknoloji ürünü ıvır zıvır satmaya çalışan işportacıdan dolayı ayak kokusuna razı olup içeriye geçmeyi planlamıştım amma sonra vazgeçtim.
Boğazın güzelliğine kendimi o kadar kaptırmışımdım hatta yanı başımda bağıran (yırtınan) işportacıya bile aldırmaksızın huzur ve huşu içinde boğazı seyretmeye daldım… Ki yurdum insanın yaratıcı zekâsı (!) karşısında dumura uğramama sebep olan olay şuydu:
Küpeştelerine dayanmış iki şahıs (odunlar) birisi elinde simit parçaları tutuyor diğeri ise elindeki dal parçasıyla simit parçalarını almaya çalışan martılara vurmaya çalışıyordu…
İlk önce bu odunlara engel olmayı düşündüm fakat, sonra aslında bunların iki değil toplam altı adet odun olduğunu fark etmemden sonra bu engel olma fikrinin sağlığım açısından pek te sağlıklı bir fikir olmadığına karar verdim.
Fakat sağ olsun yaşlı bir amcanın sert çıkışması sonunda odunlar odunluklarından vazgeçerek martı katliam girişimlerinde vazgeçtiler.
Ben de yine boğaz seyrime döndüm…
Vapur iskeleye yanaşmak üzereyken arkamda acı bir kadın çığlığı duydum ne oluyor diye arkama bak için kafamı çevirdiğim anda “pis sapık” diyen bir kadından suratımın ortasına darbe almam bir oldu…
Ben sersemlemiş bir şekilde ayakta olayı kavramaya çalışırken, bir yandan burnumdan oluk gibi kan boşalıyordu, bir yandan kadın ise “yakalayın sapık var” diye bağırıyordu.
Linç girişimi için üstüme yürüyen vapur ahalisini yine aynı kadın “hayır o değildi” demekle durdurmayı başardı.
Ben derin bir nefes aldıktan sonra bu kargaşa sırasında takatim kalmadığı için bir ara gözlerim karardığı için dizlerimin üstüne çöktüm. Tıpkı filmlerde olduğu gibi tombulca amcanın biri “açılın ben doktorum” diyerek yanıma geldi burnuma selpaklardan tampon yaptı, bileklerimden nabzımı ölçtü, burnumun kırıldığını teşhis etti ve vapurdan iner inmez bir Hasta haneye gitmem gerektiğini, çünkü beyin sarsıntısı geçirme olasılığımın yüksek olduğunu anlatmaya çalışırken, az önce suratıma çantasıyla vuran çantalı kaltak gelerek “Ay özür dilerim beyefendi istemeden sizi şey ettim” dedi.
Ben de “Sana şimdi ben bir şey edersem görürsün” dedim ama kimse duymadı, çünkü içimden söylemiştim.
Olayın aslı ise hemen benim arkamda oturan sapığın biri kadına elle taciz edince kadın da elindeki çantayı sapığa vuracağım diye sallaması bir olmuş.
Vapur Kadıköy iskelesine yanaşmaya başlamışken yolculardan biri kadına “Yahu hanımefendi çantanızda ne var ki adamı bu hale getirdi?” sorusuna karşılık kadın “Kısmet olursa bir ev yaptıracağız da, işte ben de bunun için beyime göstermek için örnek bir tuğla almıştım da o vardı çantamda” deyip çantasından bir tuğla çıkardı.
Ben bayılmadan önce en son hatırladığım şey ise, adamın birisi “Bokunu yiyim abi, vurmayın tamam bundan sonra yaparsam elimi kesin” diye yalvarmasıydı ve kadının çantasının renginin parlak kırmızı olduğuydu…

Mısmıl olun kendinize iyi bakın…

*Demoş: Demirhan’ın kısaltılmış hali yani mahalledeki lakabım